29 Aralık 2014 Pazartesi

Kuşatma

1986 yapımı korku gerilim filmi, bence bugüne kadar çekilmiş en iyi türk korku gerilim filmidir.
Bir kere germek için öcü böcü falan kullanmıyor, konusu şöyle:
Umut adlı küçük bir çocuk bir cinayete tanık olur, katil onu kovalamaya başlar.
Umut bir binaya girer, bir odaya saklanır, gaz kaçıran bir tüpün olduğu bir odaya. Bir yandan katilden saklanırken bir yandan da bulunduğu odadaki telefondan rastgele numaraları arayarak telefona bakan kişilerden kendisini katilden kurtarmalarını ister. Aradığı kimse ona yardımcı olamaz, son aradığı kişi hariç.
Filmin sonunda polisler binayı kuşatır -filmin adı buradan geliyor sanırsam-. Umut a yardım eden kişi polislere ateş etmemelerini söyler çünkü odada patlayabilecek bir tüp vardır. Fakat polisler çoktan harekete geçmişlerdir. Sonunda katil odaya girmeyi başarır, ama polisler ateş eder, katil yanar.
Umut un aradığı kişi umut a onu sevdiğini söylerken kamera yerde yatan umut un yüzüne döner, veee son.
Yani filmin belirsiz bir sonu var. Ben o çocuğu kurtulmuş sayıyorum.
Peki sizce kurtuldu mu? Yanmış olabülü mü?
Not: umut annesinin, ailesinin neden olmadığını, yaşadıklarını falan da anlatıyor, onları yazmayacağım. Filmi izleyin, seveceksiniz.



Halam Geldi

Uzun süredir ilk kez bir filmi izlerken bu kadar küfür ettim.
Normalde küfürlü konuşan bir insan değilimdir, ama bu filmi izlerken eminim siz de küfürlerinize hakim olamayacaksınız.
Filmde asıl konu çocuk gelinler, fakat akraba evliliği, kıbrıs sorunu gibi konulara değiniyor film.
Reyhan, Huriye ve Halil.
"Halam geldi"nin anlamını bilmeyen yoktur heralde. Buradaki kızlar halalarının gelmesini hiç istemiyorlar, çünkü o zaman "gelin" olacaklar, evlendirilecekler.
Film neşeli bir şekilde başlıyor aslında, fakat sonrasında öyle şeyler oluyor ki...
Ağlayabiliteniz yüksek.
Bence kesinlikle bu filmi izlemelisiniz.







Les Quatre Cents Coups

1959 yapımı Siyah beyaz François Truffaut filmi.
Filmin konusu şöyle:Antoine bir gün arkadaşı René ile, ödevi yapmadığı için okulu kırar -the 400 blows, yani 400 darbe, filmin adı, fransızcada okulu kırmak anlamında bir hededir-. Sonra annesinin üvey babasını aldattığını görür. Ertesi gün öğretmene annesinin öldüğünü söyler, yalanı bir süre sonra ortaya çıkar. Tokadı yer Antoine.
Eve dönünce annesi ona sınavda ilk beşe girerse 1000 frank vereceğini söyler. Sınavdan sıfır alır Antoine -yazık lan-. René ile okuldan uzaklaştırma hedesi alırlar. Ailelerine anlatamazlar, evden kaçarlar, denize ulaşmak için. Sonra René ile babasının işyerinden daktilo çalar, satamazlar, Antoine daktiloyu geri götürürken yakalanır.
Antoine ıslahevine yollanır, orada bir çocuk ona psikologun bacaklarına bakmamasını söyler, bakarsa sapık yazılıyormuş.
Biz ise "aman ben bakarım bacaklarına" vs demiş olabiliriz, ama bakamayız. Çünkü Antoine psikologun bacaklarına bakamaz ya, kamera da hiç psikologa dönmez, hep Antoine ı gösterir. Yani iki taraf da psikologun bacaklarına bakamaz.
Filmin sonunda ise Antoine denize ulaşır,  kamera onun yüzüne döner, veee FİN.
Gerçekten çok güzel filmdir, izleyin efenim.



Breakfast at Tiffany's

Breakfast at Tiffany's ülkemizde "Çılgınlar Kraliçesi" olarak çevrilmiş, tam çeviri Tiffany'de Kahvaltı, 1961 yapımı film.
Holly Golightly'yi Audrey Hepburn, Paul Varjak'ı George Peppard canlandırıyor.
Vikipedi:
Piyasada tutunmaya çalışan çiçeği burnunda bir yazar olan Paul Varjak (George Peppard), New York'ta eski bir apartman dairesine taşınır. Buradaki güzel ama tuhaf davranışları olan komşusu Holly Golightly (Audrey Hepburn) onun ilgisini çekmeye başlar. Hollytaşradan gelmiştir, mutsuz bir çocukluğun ardından 14 yaşında evlendirilmiş, aktris olmak için Hollywood'a kaçmış, sonra da New York'a gelmiştir. Burada geçimini sağlayan paranın kaynağı pek açık değildir. Holly'nin çelişkili yaşam tarzı, sadece tek bir roman yazmış ve kendine güven sorunları olan Paul Varjak'ı hem şaşırtır hem de onda hayranlık uyandırır. Toplum içindeyken, seksi ve kaşarlanmış tavırlarıyla dışadön
ük bir kişilik yapısı sergileyen Holy, Varjak'la yalnız kaldığında savunmasız, yumuşak, tatlı, çocuksu ve vesveseli bir insan haline gelmektedir.
Filmde aklımda kalan en net yer ise, Paul Varjak'ın :
"Paul Varjak. V A R J A K. I am writer. W R İ T E R." demesiydi.
Ha bir de, kedi bölümü var tabi. Bence bu bölümü izlemelisiniz.
Filmde Moon River şarkısını bizzat Audrey Hepburn söylüyor.
Ben bu filmi çok beğendim, tavsiye ederim. Tabi izlemeyen kaldıysa...

Bir dahaki yazımda görüşmek üzere.
Hadi hepinize gudbay.

http://www.youtube.com/watch?v=BOByH_iOn88

http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%87%C4%B1lg%C4%B1nlar_Krali%C3%A7esi







27 Aralık 2014 Cumartesi

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak

2001 yılında tamamlanmış olmasına rağmen 2004'te gösterime girebilmiş, Ahmet Uluçay'ın hem yönetip hem oynadığı film.
O kadar güzel, o kadar samimi ki hiç bitmesin istiyor insan. Defalarca izleyesi geliyor, izliyor, doyamıyor.
Filmde müzikler çok iyi kullanılmış. "Beyaz giyme" o kadar yakışmış ki filme.
Bazı yerleri -belki biraz da tırstığım için- pek beğenemedim. Mesela ahırımsı yere girişleri, kadının filmleri yakışı, ve Nihal'in cevizi yiyişi. Cadı gibi öcülerin kulakla bişeyler yapışı vs. Müzikler çok gerdi doğrusu.
Nedendir bilmem, bizim oralarda da kullanıldığı için olsa gerek, Recep'in "Abaaaaa! Yingeeee!" diye bağırdığı sahneyi çok beğendim, nebliym, çok samimi geldi bana.
Beyaz giyme'yi her duyduğumda bu güzel film aklıma geliyor. İlk izlediğimde o kadar etkilendim ki, telefona zil sesi yaptıydım [:)].
Gelelim konuya:
Gımıldakçı Mehmet ve Recep'in hikayesi anlatılıyor. Bu iki arkadaş bir film gösterme makinesi yapmaya çalışmaktadır, fakat resimler gımıldamamaktadır. Recep karpuzcunun yanında, Mehmet ise berberin yanında çırak olarak çalışmaktadır. Recep şimdi adını hatırlayamadığım bir kadına ineklerine vermesi için karpuz kabuğu götürürken orada gördüğü Nihal'e aşık olur. Nihal ondan yaşça büyüktür. Ben tam anlayamadım, ama galiba Nihal'in küçüğü de Recep'e aşık galiba. "Garpuzcunun çıraa"... Karpuz kabuğu isteyen kadın onu "güzel piç" diye sever, bir gün saçlarını över. Şans bu ya, Recep ayna ile tarak alır kendisine, Mehmet'in de ustasının onu test edeceği tutar. Mehmet'e kestirtir saçlarını Recep'in. "Anasını ağlattın saçların"... Recep Mehmet'le bir mektup yollar Nihal'e, ona aşık olduğunun yazdığı. Nihal gizli bir yerde okur mektubu, gülümser. Odadaki oyuncak bebek düşer, kaldırır. Oradan çıkar. Bebek yine düşer. Recep ve Mehmet'in resimler gımıldıyordur artık. Gımıldakçı Recep ve Mehmet... Sonradan öğrenir Recep. Nihal ve ötekiler taşınmıştır. Ağlar Recep, ağlar. Tek destekçileri deli Ömer, ölmüş nişanlısı Nuriye'nin gelmediğini görünce parçalar makineyi, gider. Recep ve Mehmet denizi izlerler. Recep ona yazdığı film senaryosunu anlatır, "Değirmenci, buğdayım var öğütülcek".
Kaç para şu sekizlik kamera?
"Kim icat etti len bu gımıldak lafını? Adımız gımıldakçıya çıktı. Gımıldakçı Recep aşağı gımıldakçı Memet yukarı. Ne len bu? Buna sinema derler sinema!"

İşte buna sinema derler!
















11 Aralık 2014 Perşembe

Au Revoir Les Enfants

Elveda, veya görüşmek üzere çocuklar.
1987 yapımı film, louis malle filmi.
İki çocuğun hikayesi anlatılıyor, biri yahudi, diğeri fransız, biri jean, biri julien.
Jean -Kippelstein- Bonnet, Julien Quentin.
Şimdi, öncelikle bu iki çocuğun hikayesi klasik olarak başlıyor. Öncelikle birbirlerine düşmanlar falan fıstık. Sonradan anlaşmaya başlıyorlar, aralarında duygusal bir bağ oluşuyor, bu da tamam.
Ama kardeşim, filmin bir sonu var ki tokat yemişten beter oluyorsunuz yahu.
Filmi daha iyi anlatabilmek için uludağ sözlükte bu filmin hakkında yazdığım bir yazıyı buraya kopyala yapıştır yapayım, evet raskolnickov um ben.

《ağlatabilecek bir film, 1987 yapımı.
julien fransız bir çocuktur. jean bonnet ise yahudi. bu iki çocuk papaz okulunda okumaktadır -jean okulun müdürü tarafından alman "hans"lardan saklanıyor-. ilk başta bu iki çocuk düşmanken, bir süre sonra aralarında duygusal bir bağ oluşuyor.
okulun mutfağında çalışan joseph hırsızlık yapıp da kovulunca, intikam için okulda yahudilerin saklandığını ihbar ediyor. bonnet yakalanıyor, diğer yahudiler de.
filmin sonunda julien'in gözleri doluyor bonnet almanlar tarafından götürülünce, tabi sizin de...
sonra da bir yazı "bonnet, negus ve dupre auschwitz'de öldüler".
filmin başlarında julien arkadaşlarına "17 ocak 1940, bugün, bir daha asla olmayacak" diyor.
filmin sonunda ise "40 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, ölene kadar o ocak gününün her anını hatırlayacağım."》

Düşündüm de, ne güzel yazmışım lan.

Tavsiye ederim efenim, mis gibi film.


Raphaël Fejtö - Jean Kippelstein Bonnet
Gaspard Manesse - Julien Quentin

Mme Quentin ler falan fıstık var da, onları da vikiden bakın canım. Her şeyi devletten beklemeyin.

Alın bu afiş

Jean ile Julien 


Ahanda bu Jean Kippelstein Bonnet

Bu da Julien Quentin

Okuyup da yorum yapmayanın interneti gitsin.